‘Gülmekten, sevmekten, dua etmekten asla vazgeçme!
Çünkü gülerken çirkinleşen bir dudak, severken katılaşan bir yürek, dua ederken kötüleşen bir beyin yoktur.’
demiş La Erdi…
Çok uğraşmama rağmen kim olduğunu bir türlü belirleyemediğim La Erdi, muhtemelen ‘bir Facebook fenomeni’…
Birkaç gün önce değerli dostum Avukat Nuray Kayalar Ayman’dan işittim bu sözü.
Elbette anlamı, yaralı ruhlarımıza merhem değerinde…
Yine de derin anlam katmanlarına indiğimiz zaman bu sözün ardına bir sürü ‘ama’ sıralanacağı bir gerçek:
‘Gülerken çirkinleşen bir dudak yoktur’; ama ya yavrularını gizlemek için öne atılan ceylanı vurduğunda sırıtan avcının gülüşü?..
‘Severken katılaşan bir yürek yoktur’; ama ya sevdiğini katleden saplantılı bir aşığın yüreğindeki zehirli katılık?..
‘Dua ederken kötüleşen bir beyin yoktur’; ama ya doğrudan doğruya kötülüğe temas eden yanımız, ya beddualarımız?
Ömründe bir kerecik olsun tahammül mülkü yıkılıp da âh etmemiş biri var mıdır?
Tabii bütün bu ‘ama’lar olumsuz birer yankı. Başka bir deyişle ‘bardağın boş tarafı’.
Belki % 3’ü, belki % 5’i…
*
‘Bardağın dolu tarafı’ insancıllıkla güzelleşen dudaklarla, koşulsuz sevginin yumuşattığı kalplerle; duayla, inançla ya da etik değerlere bağlılıkla iyileşmiş beyinlerle dolu…
Yaralı ruhlarımıza merhem olan taraf, kesinlikle olumsuz yankılardan çok daha büyük, çok daha derin ve çok daha etkili…
Ve -iyi ki- bu taraf, bardağın en az % 95’i…
Öyleyse önce ona bakalım, öncelikle onu görelim…
***
Eğitim literatüründe ‘genç’ diye niteleyebileceğimiz bir terim var: Sosyal sorumluluk çalışması
Okul bültenlerinde geçen ifadesi: ‘Sosyal sorumluluk projeleri’…
Bunlar, bir eğitim yöneticisi olarak benim de en az klasik ders müfredatları kadar değerli bulduğum, kurumdaşlarımı yönlendirdiğim ve yerleşkemde sıklıkla uygulanışına tanık olduğum girişimler. Ben ve öğretmenlerim biliyoruz ki çocuklarımız, okulda öğrendikleri tüm teorileri unutsalar bile muhtemelen akıllarında en son kalacak şey, bu projeleri pratiğe dönüştürürken edindikleri ‘insana dair tecrübe(ler)’ olacak.
*
Elbette 50’lerin, 60’ların, 70’lerin öğrencileri de adı resmen konmadan çok önce, başka başka isimlerle, buna benzer etkinlikler gerçekleştiriyordu. Bizim, Oltu 25 Mart İlkokulu’nda Yardımlaşma Kolu’muz vardı örneğin. İsimlerini hiçbir zaman bilmeyeceğimiz arkadaşalarımıza, yolu altı ay kapalı kalan köylerin çocuklarına gönderilsin diye hediye paketleri hazırlardık. Fazlasını satın alma gücümüz yoktu; fakat elimizdekini bölüşmek mümkündü. Başka yerde, başka kasabalardaki çocuklar, adına ‘dayanışma’ denen bu değerin etrafında kümelenip benzer etkinlikler gerçekleştirirlerdi. ‘Değerler eğitimi’ projesini belki işitmemiştik; ama çok güçlü değerler vardı bizi birbirimize kenetleyen.
Layıkıyla, kişi-zümre seçmeden dağıtılan zekâtlar-fitreler de zaten bizim yaptığımız şeyin büyük ölçeklisiydi.
İyilik için buluşmuş kalabalıkları aynı yere götüren farklı adımlar gibiydi hepsi.
Ve bu muazzam ortaklık, her çağda modası geçmez bir duygu birliği doğuruyor bizim için.
Ekonomimiz iyi giderken de çöküntü yaşarken de…
‘Yandık, bittik!’ feryadının bizim hayatımızda -tüm olumsuzluklara rağmen- başka kültürlerdeki kadar tahripkâr etki oluşturmaması, muhtemelen bu yüzden.
Bu, sosyal bağlamda bir çeşit özel ve özgün bağışıklık sistemidir.
*
Pek tabii her konuda kusursuz değiliz.
Arada eleştirdiğimiz, beğenmediğimiz, kendimize yakıştıramadığımız bazı toplumsal niteliklerimiz olsa da ben, özellikle ‘dayanışma ve yardımlaşma’ konusunda Anadolu’daki kavimlerin, birbirini kopyalamış gibi, dünyanın diğer yerlerindeki bütün toplumlara örnek teşkil edecek ortak bir kültür ve gelenek oluşturduklarını düşünüyorum.
Üstelik sadece köyümüzü, mahallemizi âbâd etsin diye de değil; dünyanın dört bucağını ısıtsın, donatsın, beslesin diye…
Ve zaman zaman yaşanmış istismarlara rağmen bu gelenekte şimdinin koşullarında da önemli bir sapma yok; bugün biz hâlâ ‘biziz’!
Tabii duygulara sığınarak değil, pratiğe bakarak söylüyorum bunu. Siz de doğrulama yapabilirsiniz:
Bakınız: 1974’te Kıbrıslı soydaşlara ‘Size can feda!’ deyişimiz…
Bakınız: 1999’da Kosova’ya koşmuşluğumuz…
Bakınız: 2004’te Bosna-Hersek’e el uzatışımız…
Bakınız: 2009’da Somali’nin çağrısına ‘Yettim!’ diye yankı verişimiz…
Bakınız: Bugün Halep’te bulunma gerekçemiz…
*
Bütün bu ‘imdada koşuşlar’; Amerika’nın Irak’a, Rusya’nın Suriye’ye, İngiltere’nin ve Fransa’nın Afrika’ya, Almanya’nın Balkanlar’a koşuşuna hiç benzemiyor; zira ‘içinden petrol akmayan, emperyalizm kokmayan bir hikâye’ bizimki…
Gerekçemiz çok başka çünkü…
Dedim ya demin; bizimki ‘insana dair, insana nâzır tecrübeler’…
Belki arada kaybetmiş gibi görünüyoruz böyle ‘romantik’ davrandığımız için; ama uzun vadede kaybedeceğimizi hiç kimse söyleyemez.
Madem öyle…
Şimdiki durumumuz, tutumlarımız, bize ne kazandıracak peki?
Bu sorunun yanıtını bulmak için en başa dönmek zorundayız:
‘(…) Gülerken çirkinleşen bir dudak, severken katılaşan bir yürek, dua ederken kötüleşen bir beyin yoktur!’
*
Üstelik bütün bunlar sadece iki insan arasında cereyan eden şeyler değildir. Toplumlar, milletler, medeniyetler hatta çağlar arasında da oluşabilecek şeylerdir.
Bir toplum, başka bir topluma gülümseyebilir…
Bir medeniyet, başka bir medeniyeti sevebilir…
Bir çağ, başka bir çağa duacı olabilir…
Dünyanın iyileşme olasılığı varsa o, ancak böyle iyileşir!
*
Sevgili ulusum,
Biriciğim benim; gurur ve güç kaynağım…
Kim ne derse desin, kim neylerse eylesin…
Ne olur sen ‘gülmekten, sevmekten, dua etmekten vazgeçme’!
YORUMLAR