İnsanoğlu yaradılışı gereği mi, öğretilenlerle algısı değiştirildiğinden midir bilinmez ama, milyonlarca yıldır hep hayatını düzenleyecek, sıkıntılarına son verecek, kendisine varlık, bereket sunacak, yağmur yağdıracak, mutlu edecek bir yaratıcının varlığını aramış, kendince bulmuş ve ona tapınmıştır. Kimi zaman bir hayvan, kimi zaman bir insan kutsal sayılmış, tanrılaştırılmıştır, kimi zaman putlar, çeşitli nesnel objeler… Bir bölümü de görünmeyen bir gücün varlığına inanarak; onun sonsuz evrenin yaratıcısı ve her şeyin maliki olarak görmüşlerdir.
Bu değişik inanç sistemleri beraberinde getirmiş olduğu bölünmeler ile insanlar arasında ciddi zıtlaşmalara, çatışmalara ve hatta savaşlara neden olmuştur. Değişik coğrafi bölgelere göre değişen inanç sistemleri, saf enerji olarak ve boş bilinç ile doğan çocuklara etiket olarak yapıştırıldığından ve çocuğun büyüme sürecinde ailesinde aldığı dini inanç ve ritüeller, o çocuğun da ailesinin inancını koşulsuz olarak kabulünü sağlamıştır. Sorgulamanın tabu sayıldığı inançlar zaman içerisinde hurafelerle yozlaşmış, akıl almaz dini kurallar olarak karşımıza çıkmıştır.
Her daim söylediğimiz gibi inançlar doğduğumuz coğrafyaya göre değişir ve hiç birimizin tercihi değildir. Ancak doğar doğmaz bize yapıştırılan ve bizim tercihimiz olmayan etiketleri üzerimizden atmak yerine iyice yapıştırmak için çırpınır, kendi inancımız dışındaki tüm inanç sistemlerini aşağılar, alaya alır ve doğru kabul etmeyiz.
Aynı şey mezhepler için de geçerlidir. İnanç sistemlerinin mucitleri öldüğünde onun yakın akrabaları ya da dostları, sözde onun öğretilerini devam ettirmek adına olsa da, geçekte, kendilerini önemli kişi kabul ettirmek ve toplum nezdinde itibar görmek için gücü ellerine almak istemişler. Bu kez de onlar arasında bölünmeler yaşanmış ve her birinin arkasında duran gruplar da çeşitli mezhepleri oluşturmuşlardır. Mezhepler arasında da yüzyıllardır süren çatışmalar, savaşlar birçok cana mal olmuştur ve hala da olmaktadır.
Yaratıcıya ve onun birliğine, tekliğine inanan insanların böylesine ayrışarak, birbirine düşman olarak dünyayı cehenneme çevirmelerine yaratıcı ne diyordur bilmem ama, bu dünyanın insan, hayvan, bitki, ağaç tüm canlıların yaşam alanı olduğuna kuşkum yok. Ve belki tüm canlar birbirleriyle barışık ve birbirlerinin yaşam haklarına saygılı olarak yaşamayı öğrenince, asıl cenneti bu dünyada yaşayacak.
Din, dil, ırk, mezhep gibi etiketlerden ve bunlarla gurur duymak yerine insanlığı ve insani erdemleri ne denli özümsemiş olduğuyla gurur duymayı öğrenirse dünya cennet olacak. Bir kurtarıcının geleceğine inanmak, görünmeyen bir varlığa sığınma ve yardım beklemek mi, yoksa yaratıcının bahşettiği aklı, zekayı kullanarak hayatı güzelleştirmenin mümkün olduğunu bilerek, ona göre çalışmak, üretmek midir doğru olan?
Hep bir kurtarıcı bekliyoruz ya. Dünyayı bu cehennem çilesinden kurtarsın, ekonomiyi düzeltsin, hakları, eşitliği, adaleti sağlasın, refahımızı arttırsın vs… Başımız sıkışınca Allah’ım diye başlayan cümlelerle dua ediyoruz ya. Aslında Allah’ın verdiği aklı kullanmadığımız içindir çektiğimiz sıkıntılar. Sözü fazla uzatmayacağım. Bir görselden alıntıyla sonlandıracağım bu ayki yazımı.
Ülkeyi kurtaracağını zannettiğimiz beş şey:
1. Partiler
2. Politikacılar
3. İdeolojiler
4. Irklar
5. İnançlar
Ülkeyi asıl kurtaracak beş şey:
1. Akıl
2. Adalet
3. Saygı
4. Eğitim
5. Eşitlik
Sevgiyle ve dostça kalın. Kendinize ve keyfinize iyi bakın.
YORUMLAR