Galatasaray'ın sembolü, Kalecilikten 10 numaralığa Georghe Hagi
Hayatımı kitaba yazsam, böyle güzel olmazdı” demişti Hagi. Onun için yaşadığı hayat kitaplarda anlatılmayacak kadar güzeldi. Dile getirilmiyordu. Sadece izlenebiliyordu. Sahada kimseye boyun eğmediğini söylerdi ki öyle oluyordu. Belki de bu topraklara gelen en iyi futbolcuydu, bunun farkındaydı.
Hagi, dedesinin kestiği bir domuzun idrar kesesini temizleyip, kurutup, şişirip, atkuyruğu ve yelesinden aldığı kılları da etrafına sararak elde ettiği topla oynamaya başladı. Daha sonra ise ablasının kumaştan yaptığı toplarla oynamaya başladı.
Hagi, 9 yaşına geldiğinde şehre taşınmışlardı. Artık mahallede oturan Hagi, mahallesindeki çocuklarla futbol oynamak istedi fakat çok utangaç olduğu için istediği gibi oynayamadı. Onu, sadece takımda eksik olan kaleci pozisyonunu doldurmak için oyuna almışlardı.
Kaleci olarak oynamayı bıraktığı ilk mahalle maçında herkesi şaşkına uğratan Hagi, git gide mahalle takımlarının gözdesi oluyordu.
Daha sonra kulüpte futbol oynayan mahalle büyüklerinden biri Hagi’yi Lösif Bükössi’ye götürdü. Hagi’nin “ikinci babam” dediği Bükössi onu takıma almış ve onu “topa vuruşu sanki yıllardır idman yapan futbolcu” gibi sözleriyle tanımlamıştı. Kulübün başkanı “Doğal bir yetenekti, yetenekleri tanrının bir hediyesi gibiydi. Özel olarak bir şey yapmasa bile yetenekleri kendiliğinden işi görüyordu” diye Hagi’yi anlatmıştı.
Hagi, 1983 yılında üniversite eğitimini sürdürmek ve kız kardeşine de aynı imkânı sunabilmek için kendisine teklifte bulunan Universitatea Craiova takımının teklifini kabul etti. Ülkenin lideri Nikolay’ın oğlu Nicu bu haberi alınca üniversitenin idari bilimler bölümünde okuyan Hagi’yi Bükreş Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Akademisine aldırdı.
Bu transferden sonra 4 sene Sportul Studentesc takımında oynayan Hagi, ilk defa milli takıma çağırıldı ve ilk maçını 1983 yılında, daha 18 olmamış iken Norveç‘e karşı oynadı.
Hagi her yaptığı ile kendisini diğerlerinden ayırmayı iyi bilirdi. Aktif futbolculuk hayatında malzemesini kendisi taşır, kendi bandajını kendisi yapardı. Buz tedavisini de kimseye yaptırmazdı. Çıplak ayakla krampon giyer, topu hissetmek isterdi. En sevdiği yemek ekmek arası domates peynir idi. Kendisi son derece ciddi ve oynadığı futbola son derece sadıktı.
Hagi Galatasaray’a geldiğinde hem annesi hem de babası yaşıyordu. İkinci sezonda Hagi babasını yitirdi. Romanya’ya giderek onu toprağa verdi. Fatih Terim’in hafta sonu oynanacak maçına isterse gelmeyeceğini bildirmesine rağmen Hagi, İstanbul’a döndü. 40 günlük yasını tutmak için sakal bırakmaya başladı. Maçın başında İstiklal Marşı okunmaya başlarken Hagi sağ elini kalbine götürdü, başını yere eğdi ve sonuna kadar öyle kaldı. O günden sonra Hagi, Galatasaray’da forma giydiği karşılaşmaların tümünde sağ elini kalbinin üzerinden kaldırmadı.
Jübilesinden sonra birkaç teknik direktörlük deneyimi yaşayan Hagi, Türkiye’de yaşadığı hayatı geride bırakıp asıl yuvasına döndü. Viitorul Constanta takımının başına geçen Hagi, Gheorghe Hagi Akademisi’nden çıkan genç futbolcularla birlikte Viitorul takımını yükseklere taşıdı. Zorluklar içinden tepeleri kazıya kazıya yükselen Hagi, akademisindeki futbolcularına her türlü olanağı sağlıyor, hepsinin geleceği için uğraşıyor.
Hagi’nin adına tonlarca yazı, milyonlarca makale yazılır. “Hayatımı kitaba yazsam, böyle güzel olmazdı.” Dediği gibi, yazılan hiçbir şey, onun yaşadığı hayat kadar güzel olmayacak, hiçbir şey onu yaşadığı hayat kadar mutlu etmeyecekti.
YORUMLAR