AH O GÜNLER, O GÜNLER…
Ne varsa her şey hatırımda. Sanki daha dünmüş gibi……………………………
Ah o günler, o günler. Şimdi yabancı gibiler. Bir günlük mutluluğa, bir ömür alıp gittiler. Ne günlerdi ah o günler. Selda BAĞCAN söylüyor. Hüzünlenerek dinliyorum.
Evet, ne günlerdi o günler. Bir sevgi sarmalı içinde güvende yaşadığımız o çocukluk günleri. Sokaklarda hava kararıncaya kadar oyunlar oynadığımız, burnumuzun aktığı, ayaklarımızın kir pas içinde kaldığı, zil çalmasına rağmen arkadaşlarımızla oynamaya doyamadığımız günlerdi işte. Bazen oyuna ara verip, bir koşu eve çıkıp ekmek arasına ne bulursak tıkıp, iki lokmada yutup tekrar aşağıya oyuna koştuğumuz, bazen komşu teyzenin hepimize ekmek üstüne reçel ile açlığımızı yatıştırdığı yıllar. Okul başladığında hem yaz mevsimi geçmiş hem okuldan zaman kalmamış olduğundan sokakların boşaldığı, çocuk cıvıltılarının yerini sessizliğin aldığı kış günleri. Yağan karla birlikte hafta sonları ya da akşamları kartopu oynamaca, küçük, büyük kızaklarla kaymaca. Çıtır çıtır yanan sobada kok kömürü, üzerinde tıkır tıkır kaynayan çaydanlık, çayın demlenmiş mis kokusu. Televizyon henüz yok. Radyoda yurttan sesler korosu. Komşular varsa sohbetin en koyusu. Müsaitseniz annemler size gelecek iletisiyle kapımızı çalan komşunun çocuğu. Asla mazeret üretilmeden büyük bir mutlulukla “ tabi buyursunlar, gelsinler” cümlesi sonrası başlayan tatlı heyecanla hazırlık.
Bazen nazar savmak için anneannemin başımızın üzerinden döndürdüğü üzerlik otu, sobanın üzerine atıldığında odaya yayılan mis gibi kokusu. Anlatılan fıkralarla atılan şen kahkahalar.
Gece karanlığının sessizliğini bozan, beklenen ses; “ haydi bozacı geldi, bozaaaaa” pencereye koşulması, bozacının çağrılması. Sobanın yanındaki minderde kıvrılıp yatan Mercan'ın tasarruf olsun diye takılmış düşük voltlu ampulün ışığında parlayan tüyleri. Kış ayları, okul zamanı yerlere yayılmış defterlere yapılan ödevler. Bazen plakların kapaklarına ödevden ayrılan gözlerin takılışı. Meraklı bakışla Zeki Müren'i, kalemle çekilmiş kuyruklu göz kalemini anlamaya çalışmak…
Televizyonla birlikte çoğalan misafirler. Haftanın iki gününde yapılan paket yayın nedeniyle evin sinema salonuna dönmesi ve kimsenin bundan şikayet etmiyor oluşu. Bayrak çekilene kadar dağılmayan kalabalık… Çay ve ikram servisleri nedeniyle ev sahiplerinin izleyemediği yayınlar. Yine de mutluluk buram buram.
Şikayetlenmeyecek kadar olgun insanlar. Sokakta birbirine selam veren amcalar, teyzeler. Mahalle esnafımız. Hasan amca manav, Nusret amca kuru temizleme, Müzeyyen abla kuaför, Pascal amca yorgancı. Hepsi de mahalleliye saygılı, çok kazanayım derdinde değil, iyi iş çıkarayım peşindeler.
Baharın yaklaşmasıyla birlikte, rengini kar örtüsü ile unuttuğumuz toprağın yavaş yavaş ortaya çıkışı. Turfanda biberin, domatesin gramla alındığı mevsim. Her şeyin mevsiminde yendiği ve lezzetine doyulmayan sebze ve meyveler. Kışlıkların yıkanıp, temizlenip kalkması. Sobaların kaldırılması. Pencerelerin daha sık açılması ve baharın mis kokusunun dayanılmaz hoşluğu.
Kavganın, kırgınlığın, önyargıların olmadığı bir toplum. Sokakta gülen yüzler, yürek aydınlatan selam ve esenlemeler. Sokakta sakız çiğnemenin ayıp sayıldığı yıllar. Kimsenin sözünün kesilmediği, sohbetlerin siyasetten, dinden uzak daha çok günlük koşturmacalar arasına sıkışmış komik anekdotların aktarıldığı doyumsuz anlar. Ahlakın bacak arasında değil, düşünce ve davranışlarla, söylemlerle anlaşıldığı, özdeşleştirildiği güzelim yıllar.
Kim kürt, kim laz, kim namaz kılar, kim oruç tutar sorgulanması bilinmeyen ve dolayısıyla merak edilmeyen, giyinilenin markası, alınanın ederi konuşulmayan o müthiş çocukluk yıllarım. Nerede kaldı o güzel insanlar. Birer birer atlarına binip gittiler mi gerçekten? O günlere özlem, bu günlerin karanlığından mıdır bilmem ama şekil ibadetine sıkışmış dindarlık, özde unutulmuş insanlık günün tek cümle özeti olsa gerek.
Siz yine de sevgiyle ve dostça kalın. Kendinize ve keyfinize iyi bakın.